Osmanlı Devleti’nin, Doğu Avrupa’da Avrupalılarla yaptığı mücadele 16. yüzyılın başından itibaren kısmen Akdeniz’e kaydı ve tabii olarak Kuzey Afrika’da İspanyollara karşı, Kızıldeniz ve Doğu Afrika sahillerinde de Portekizlilere karşı ciddi bir karşı duruş halini aldı. İspanyolların başta Cezayir olmak üzere Tunus ve Trablusgarp’ta ele geçirdikleri ve çoğunu tahrip ettikleri şehirler ve kaleler birer birer geri alındı. İçlerinde Cezayir’in batısındaki Vehran şehri gibi 1708 yılına kadar İspanyollardan yaklaşık iki yüzyıl boyunca bir türlü kurtarılamayan yerler de vardı.
Kızıldeniz’de ise, Cidde önlerine kadar gelen Portekiz donanması karşısında Mekke ve Medine gibi toprakların da büyük bir tehlike içine girmesi üzerine Mısır’daki Memlûk idaresine son veren Osmanlıların bu denize de açılmaları gerekti. Kısa zamanda Kızıldeniz’den uzaklaştırılan Portekiz donanması sadece burada etkisiz kılınmamış, aynı zamanda 16. yüzyıl boyunca Batı Hint Okyanusunda, Güney Arabistan sahillerinde ve Basra Körfezi bölgesinde sıkı bir takibe alınmıştı. Kısacası Afrika kıtasını 16. yüzyılda tamamen ele geçirmeyi amaç edinen Avrupalıların bütün planları Osmanlı Devleti tarafından boşa çıkarıldı.
1516’da Osmanlı Devleti’nin Cezayir sahillerinde başlayan Kuzey Afrika’daki varlığı kısa zamanda Mısır, Cezayir, Trablusgarp ve Tunus eyaletleri şeklinde idarî birimlere dönüştü. Kızıldeniz’in batı sahillerinde ise Habeş eyaleti adıyla merkezi bugünkü Sudan devletinin Sevakin adası olan beşinci bir eyalet daha kuruldu. Osmanlı İmparatorluğunun aldığı tedbirler sonucu, Avrupa sömürgeciliğinin Afrika kıtasına kök salması 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar sarkacaktır.
19. yüzyıla girildiğinde Avrupalılarda Afrika kıtasını tanıma merakı en üst seviyeye çıktı. 18. yüzyılda birkaç meraklı dışında pek cesaret edilmeyen kıtanın iç bölgelerine gitme ve oraları tanıma, kendi tabirleriyle keşfetme serüveni başladı. Kısa zamanda Avrupa’da birbiri ardına kurulan ve çoğu kralların himayesinde desteklenen farklı Coğrafya Cemiyetleri ve Enstitüleri genç maceraperestleri buralara gitmeye teşvik ettiler, içlerinden sağ dönebilenlere büyük mükâfatlar ve madalyalar takdim edildi. Genç coğrafyacıların bu azimli ve kararlı seferlerinin ardından, askerlerin oldukça acımasız davranışlarla gidişleri ve misyonerlerin yerlileri Hristiyanlaştırmak için uzun süren yolculukları takip ettiler.
Avrupa sömürgeciliğinde Afrika yerlilerinin ne can güvenliği, ne mal güvenliği kalıyordu. Ellerindeki arazileri alınarak Avrupa’dan getirilen fakir köylülere dağıtıldığı gibi kendileri de zorla ya bu arazilerde çalıştırılıyor veya ülkelerini sömüren ülkelerin Güney Amerika, Karaib Denizi, Büyük Okyanus veya Hint Okyanusu’nda bulunan diğer sömürgelerine anlaşmalı işçi statüsü adıyla götürülüyorlardı. 20. yüzyılın başından itibaren ise Avrupa’da önemli fabrikaların bulunduğu şehirlere, maden ocaklarına çalıştırılmak üzere düşük ücret mukabilinde taşındılar.
Batı toplumlararası ilişkilerde medeniyetleri yok ederek üstünlüğünü sağlamış ve bu yıkıcı barbarlığı sürdürerek üstünlüğünü devam ettirmiştir. Batı medeniyetinden önce dünyada binlerce savaş olmuş, ama bu savaşlarda taraflar birbirlerinin medeniyetini topyekûn yıkmak gibi bir hedefe sahip olmamıştır.
Üç kıtaya egemen olan Osmanlı çekildiğinde yerli kültürler eskisinden daha güçlü olarak ayakta kalmıştır. Hatta Batı üstünlüğü çağından önceki en "barbar" yayılmayı gerçekleştiren ve gittikleri yerlerde "taş üstünde taş bırakmayan" Moğollar bile buralardaki medeniyetleri yok etmemiş, tersine dünya ticaretini birbirine bağlayarak büyük medeniyet alanlarının gelişmesine olanak sağlamıştır.
Batı yayılmasında ise tam tersi söz konusudur. Batı üstünlüğü çağı açılırken Batının egemen olduğu ilk bölge Amerika, ikincisi Afrika'dır. "Uygar" Avrupa'nın dünyayı nasıl "medenileştirdiği" bu iki örnekten izlenebilir. Amerika kıtasında Batılı sömürgeci sadece medeniyeti değil insanlarıyla birlikte bütün kıtayı yok etmiştir. Büyük medeniyetlerin beşiği Afrika ise bugün insanlık dışı koşullarda yaşamaktadır.
UHA Haber Merkezi - ÖZKAN KARACA
SON YAZILAR